Korkusuzluk

Korkusuzluk

Herkes korkar... korkmak zorunda. Hayat öyle ki, buna mecbur kalınıyor. Ve korkusuz olan insanlar, cesurlaşarak korkusuz olmaz; çünkü cesur insan sadece korkusunu bastırmış insandır, aslında korkusuz değildir.

Bir insan korkularını kabullenerek korkusuz olur. Bu bir cesaret sorunu değildir. Konu sadece hayatın gerçeklerini görmek ve bu korkuların doğal olduğunun farkına varmaktır. Onları kabullenmektir!

Korku ve suçluluk duygusu aynı şey midir?

Korku ve suçluluk duygusu aynı şey değildir. Kabullenilen korku özgürlüğe dönüşür; inkar edilen, reddedilen, lanetlenen korku suçluluk duygusuna dönüşür. Eğer korkuyu durumun bir parçası olarak kabul edersen...

Durumun bir parçasıdır. İnsan bir parçadır, çok küçük, minik bir parçadır; bütün ise engindir. İnsan bir damladır, çok küçük bir damladır; bütün ise dev bir okyanus. Bir titreme başlar: "Bütün içinde kaybolabilirim; kimliğim kaybolabilir." Bu, ölüm korkusudur. Bütün korkular ölüm korkusudur. Ölüm korkusu ise yok olma korkusudur. İnsanın korkması, titremesi doğaldır. Eğer bunu kabullenirsen, hayatın bir gerçeği olduğunu söyleyebilirsen, eğer bütün olarak kabullenirsen, titreme anında durur ve
korku -korkuya dönüşmüş olan enerji - serbest kalır ve özgürlüğe dönüşür. O zaman, eğer damla okyanusta kaybolsa bile, onun hâlâ orada olduğunu bileceksin. Aslında, okyanusun tamamına dönüşecek. O zaman ölüm nirvana'ya dönüşür, o zaman
kendini kaybetmekten korkmazsın. O zaman İsa'nın şu sözünü anlarsın: "Eğer hayatını kurtarırsan, onu kaybedersin ve eğer onu kaybedersen, kurtarırsın."

Ölümün ötesine gitmenin tek yolu ölümü kabullenmektir. O zaman kaybolur. Korkusuz olmanın tek yolu korkuyu kabullenmektir. O zaman enerji serbest kalır ve özgürlüğe dönüşür. Ama eğer onu lanetlersen, bastırırsan, korktuğun gerçeğini
gizlersen - eğer kendine bir zırh oluşturursan, kendini korumaya alır, savunmaya çekilirsen - o zaman suçluluk duygusu oluşuyor.

Bastırılan her şey suçluluk duygusu yaratır; yasak olan her şey suçluluk duygusu yaratır; doğaya karşı olan her şey suçluluk duygusu yaratır. O zaman başkalarına yalan söylediğin, kendine yalan söylediğin için suçluluk duygusu hissetmeye başlarsın.

Eğer kabullenirsen ve bu konuda bir çabaya girmezsen -yapacak bir şey yok- o zaman özgürlüğe dönüşür, korkusuzluğa dönüşür.

Kendine çirkin, yanlış, günahkar olduğunu söyleme. Lanetleme. Sen neysen osun. Suçlu olma, suçluluk duygusu hissetme. Eğer yanlış olan bir şey varsa bile, yanlış olan sen değilsin. Belki yanlış davranmış olabilirsin ama bu, varlığının yanlış olduğu
anlamına gelmez. Bazı hareketler yanlış olabilir ama varlık her zaman doğrudur.

Sürekli başkalarını kendimin önemli ve güçlü olduğuna ikna etmeye çalıştığımı fark ettim. Bunun nedenleri üzerinde meditasyon yaptım ve bence nedeni korku.

Ego her zaman korkudan ortaya çıkar. Gerçekten korkusuz bir insanın egosu olmaz.

Ego bir korumadır, bir zırhtır. Korktuğun için şöyle ya da böyle bir insan olduğun intibası yaratmaya çalışıyorsun, hım? Bu sayede kimse cesaret edemez... aksi halde korkarsın, bu temelde korku. Güzel! Durumu derinden ve doğru tahlil etmişsin. Temel nedeni gördüğün zaman ise, her şey kolaylaşır. Aksi halde insanlar egoyla mücadele içine giriyor... ve asıl sorun ego değil. Yani o zaman bir semptomla savaşıyor olursun, gerçek hastalıkla değil. Gerçek hastalık korkudur. Egoyla savaşmaya devam edebilirsin ve hedefi ıskalamış olursun çünkü asıl düşman ego değil, o sahte bir şey.

Kazansan bile, bir şey kazanmış olmazsın. Ve kazanman mümkün değil; sadece gerçek bir düşman alt edilebilir, aslında varolmayan sahte bir düşman değil. O bir aldatmacadır. Çirkin gördüğün bir yarayı kapatmak için üstüne bir süs eşyası koymak gibidir.

Bir keresinde bir film yıldızının evinde kalıyordum ve beni tanıştırmak istediği birçok kişiyi davet etmişti. Orada bir aktris vardı ve çok güzel, kocaman bir kayışı olan harika bir saati vardı. Yanında oturan biri ona saat hakkında sorular sormaya başladı ve kadın endişelendi. Ben sadece izliyordum. Adam saati görmek istiyordu... ama kadın saatini çıkarmak istemiyordu. Adam ısrar etti ve sonunda kadın çıkarmak zorunda kaldı. O zaman sorunun ne olduğunu anladım. Büyük, beyaz bir leke vardı,
cüzzam lekesi. Cüzzam lekesini o harika saatin kayışı altında gizliyordu. Şimdi açığa çıkmıştı... terlemeye ve endişelenmeye başladı.

Ego da aynen böyledir. Korku vardır ama kimse korkusunu göstermek istemez, çünkü eğer korktuğunu gösterirsen, seni daha fazla korkutmak isteyen insanlar sıraya girecektir. Derin bir korku yaşadığını öğrendikleri zaman, herkes sana tekme atmak
isteyecektir. Seni aşağılamak hoşlarına gider, kendilerinden daha zayıf birini bulmuşlardır. İnsanlar istismardan hoşlanır, o insana tekme atmak ister...

O yüzden korku dolu her insan, bu korkunun etrafında büyük bir ego yaratır ve bu ego balonuna hava pompalamaya devam edip durur. Zamanla bu balon çok büyür.

Adolf Hitler, Ugandalı diktatör İdi Amin... bu tip insanlar çok şişirilmiştir. O zaman başkalarını korkutmaya başlar. Başkalarını korkutmaya çalışan herkesin aslında derin bir korku yaşadığını bilmelisin, yoksa neden çabalasın? Ne anlamı var?
Korkmayan biri neden seni korkutmak için çaba harcasın?

Korku dolu insanlar rahat olabilmek için başkalarını korkutur. Artık ona dokunamayacağını, onun sınırlarına adım atamayacağını bilir. İyi görmüşsün... Bu da tam böyle bir durum. O yüzden egoyla savaşma. Bunun yerine korkuyu izle ve onu kabullenmeye çalış. Bu çok doğal... hayatın bir parçası. Onu saklamaya gerek yok; başka biriymiş gibi davranmaya gerek yok. O korku orada... Bütün insanlar korku doludur. Bu, insanlığın bir parçasıdır. Onu kabullen ve onu kabullendiğin an ego kaybolacaktır. Çünkü o zaman egonun orada olması için bir gerek kalmaz. Egoyla savaşmak işe yaramaz; korkuyu kabullenmek ise anında etki edecektir. O zaman bilirsin: Evet, bu sonsuz evrende o kadar küçüğüz ki; korkmamak mümkün mü? Ve hayat ölümle çevrilmiştir; korkmamak mümkün mü? Her an yok olabiliriz, küçük bir şey ters giderse yok oluruz; korkmamak mümkün mü? Kabullendiğin vakit korku zamanla yok olacaktır çünkü bir anlamı yok. Onu kabullendin, kanıksadın... Hepsi bu!

Onu gizlemek için bir şeyler yaratmaya kalkışma. Ona karşı bir şey yarattığın zaman sadece üstü örtülür. Ben sana korku hissetmeyeceksin demiyorum; sadece korkmayacağını söylüyorum. Korku hâlâ orada olacak ama sen korkmayacaksın.

Anlıyor musun? Korkmak demek korkuya karşı olmak demektir: orada olmasını istemiyorsun ama orada.

Onu kabullendiğin zaman... Ağaçlar nasıl yeşillerle doluysa, insanlık da korku dolu. O zaman ne yapacaksın? Ağaçlar saklanmıyor. Herkes bir gün ölecek. Korku, ölümün gölgesidir. Onu kabullen!
 
Yalnız başımayken içimdeki bazı dizginleri bırakıp insanları sevebileceğimi hissediyorum ama onların bulunduğu ortama girdiğim an bütün kapılarım kapanıyor.

Gerçek insanları sevmek zordur çünkü gerçek bir insan senin beklentilerini gerçekleştirmeyecektir. Böyle bir amacı yok. O, bir başkasının beklentilerini gerçekleştirmek için yaşamıyor, kendi hayatını yaşamak zorunda. Ve ne zaman sana karşı olan ya da senin duygu, düşünce ve varlığınla uyum içinde olmayan bir alana kayarsa bu sevgi zorlanıyor.

Sevgiyi düşünmek çok kolaydır. Sevmek çok zordur. Bütün dünyayı sevmek çok kolaydır. Asıl zor olan tek bir insanı sevmektir. Tanrı'yı ya da insanoğlunu sevmek çok kolaydır. Asıl sorun gerçek bir insanla karşılaştığın zaman yaşanır. Onunla birlikte yürümek için büyük değişimler geçirmek, büyük mücadeleler vermek zorundasın.

O senin kölen olmayacak ve sen de ona köle olmayacaksın. Asıl sorun da buradan kaynaklanıyor. Eğer sen bir köle olacaksan, ya da o köle olacaksa ortada bir sorun yok. Asıl sorun kimsenin bu dünyaya kölelik yapmak için gelmemiş olması.

Kimse köle olamaz. Herkes özgür bir bireydir... bütün varlık özgürlükten oluşur. İnsan özgürlüktür.

Unutma... bu gerçek bir sorun, senin şahsınla ilgili bir şey değil. Sorun, sevgi olgusuyla ilgilidir. Bunu şahsi bir soruna dönüştürme yoksa çok zorlanırsın. Herkes az ya da çok aynı sorunla karşılaşmak zorunda. Sevgide zorluk yaşamamış tek bir
insanla bile karşılaşmadım. Bunun sevgiyle bir ilgisi var, sevgi dünyasıyla.

İlişkinin kendisi seni sorun çıkartacak durumlara getiriyor; ve onları yaşamak iyidir. Doğu'da, insanlar bu zorlukları görüp kaçmayı tercih etti. Sevgilerini inkâr etmeye, reddetmeye başladılar. Sevgisiz oldular ve buna kimseye bağlanmamak dediler.
Zamanla cesetlere dönüştüler. Sevgi Doğu'da neredeyse tamamen kayboldu ve sadece meditasyon kaldı.

Meditasyon, kendi yalnızlığında kendini iyi hissetmen anlamına gelir. Meditasyon sadece kendinle ilgilendiğin anlamına gelir.

Tek başına bütün çemberini tamamladığın için, onun dışına çıkmadığın anlamına gelir. Tabii sorunlarının yüzde doksan dokuzu çözülür; ama çok büyük bir bedel karşılığında. Artık daha az sorunlu olacaksın. Doğu insanı daha az endişeli, daha az gergindir; neredeyse kendi iç mağarasında, gözleri kapalı, korunmuş bir şekilde yaşar. Enerjisinin hareket etmesine izin vermez. Kapalı bir devre olur; küçük bir enerji kendi varlığı içinde dolaşır ve o mutlu olur. Ama bu mutluluk biraz ölü. Mutluluğu bir kutlama, bir coşku değil.

Buna en fazla "mutsuzluk değil" diyebilirsin. Ancak olumsuz bir şeyle kıyaslayarak konuşabilirsin. Bir hastalığın yok diye kendini sağlıklı ilan etmek gibi. Ama bu, gerçek sağlık sayılmaz. Sağlığın olumlu bir tarafı olmalı, varlığıyla ışıldamak; o sadece
hastalıksız olmak değil. Bu açıdan bakınca ölü bir beden bile sağlıklı sayılır: çünkü hasta değil.

O yüzden bizler Doğu'da sevgisiz yaşamaya çalıştık, dünyayı terk ettik; bu, sevgiyi bırakmak demek. Kadını, erkeği, sevginin filizlenebileceği her olasılığı bırakmak demek. Jaina rahipler, Hindu rahipler, Budist rahipler yalnızken bir kadınla bile konuşamazlar; bir kadına dokunmaları yasaktır, yüz yüze gelmelerine bile izin verilmez. Bir kadın gelip bir şey sorduğu zaman gözlerini yere indirmek zorundadırlar.

Kazara kadını görmesinler diye burunlarının ucuna bakmak zorundadırlar. Çünkü kim bilir, bir şeyler olabilir... ve insan sevginin ellerinde neredeyse çaresizdir.

İnsanların evlerinde kalmazlar. Sevginin yeşermesi, bağlanmak mümkün olmasın diye bir yerde uzun süre kalmazlar. O yüzden sürekli dolaşır, seyahat eder ve kaçınırlar; bütün ilişkilerden kaçınırlar. Belirli bir dinginlik niteliğine ulaşmışlardır.

Kaygısız, telaşsız insanlardır ama mutlu, coşkulu değillerdir. Batı'da ise tam tersi olmuştur. İnsanlar sevgi üzerinden mutluluk aramış ve çok büyük sorunlar yaratmıştır. Kendileriyle olan bağlantılarını kaybetmişlerdir. Kendilerinden o kadar uzaklaşmışlardır ki, nasıl geri döneceklerini bilmiyorlar. Yolun nerede olduğunu, yuvalarının nerede olduğunu bilmiyorlar. O yüzden kendilerini anlamsız,

yuvasız hissedip, bu kadınla, şu erkekle daha fazla sevgi çabası içine giriyorlar... Heteroseksüel, homoseksüel, otoseksüel. Her türlü yolu deniyorlar ve yine boşluk hissediyorlar çünkü sevgi tek başına mutluluk verebilir ama içinde bir dinginlik olmaz.
Ve mutluluk varken dinginlik yoksa, yine eksik olan bir şey olur.

Dinginlik olmadan mutluluk, bir ateş, bir heyecan olur... anlamsız bir tantana. Bu havale durumu sende o kadar büyük bir gerginlik yaratır ki, sonucunda ortaya bir şey çıkmaz; sadece delice bir kovalamaca. Ve bir gün bütün bu çabalarının temelsiz
olduğunu fark edersin çünkü sen diğerini bulmak için koşturuyorsun ama daha henüz kendini bulamamışsın.

Bu iki yol da başarısız olmuştur. Doğu başarısız oldu çünkü sevgi olmadan meditasyonu denedi. Batı başarısız oldu çünkü o da meditasyon olmadan sevgiyi denedi. Benim tüm çabam sana bir sentez vermek, bütünü göstermek... Bu da, meditasyon artı sevgidir. İnsan tek başınayken mutlu olabilmeli, aynı zamanda insanlarla birlikteyken de mutlu olabilmeli, insan iç mutluluğa sahip olabilmeli ve aynı zamanda yaşadığı ilişkilerde de mutlu olmalı. İnsan hem içinde güzel bir yuva kurabilmeli, hem de dışında. Evini çevreleyen güzel bir bahçe ve aynı zamanda güzel bir yatak odan olmalı. Bahçe, yatak odasının karşıtı değildir; yatak odası da bahçenin karşıtı değildir.

O yüzden meditasyon bir iç sığınak, bir iç tapınak olmalı. Ne zaman dünyanın sana biraz fazla geldiğini hissedersen, tapınağına adım atabilirsin. Kendi iç varlığında yıkanabilirsin. Kendini gençleştirirsin. Yeniden doğmuş gibi olursun; yine canlı, taze, genç ve yenilenmiş olursun, yaşamak, varolmak için. Ama aynı zamanda insanları sevebilmeli, sorunlarla karşılaşabilmelisin. Çünkü güçsüz, sorunlarla yüzleşemeyen bir dinginlik, dinginlik sayılmaz, pek bir şey ifade etmez.

Sadece sorunlarla karşılaşan ve dingin kalmayı başarabilen bir dinginlik arzu edilebilir bir şeydir.

Sana bu iki şeyi söylemek istiyorum: Önce meditasyonla başla; çünkü varlığının en yakın merkezinden başlamak her zaman için iyidir ve bu da meditasyondur. Ancak burada takılıp kalma. Meditasyon hareket etmeli, filizlenmeli, yeşermeli ve sevgiye
dönüşmeli.

Endişe etme, bunu bir soruna çevirme; bu bir sorun değil. Sadece insani bir şey; çok doğal. Herkes korkar... korkmak zorunda. Hayat öyle bir şeydir ki, insan korkmak zorunda. Ve korkusuz olan insanlar, cesurlaşarak korkusuz olmaz; çünkü cesur bir insan, korkusunu bastırmıştır, aslında korkusuz değildir. İnsan ancak korkularını kabullenerek korkusuz olur. Bu bir cesaret meselesi değil. Sadece hayatın gerçeklerini görmek ve bu korkuların doğal olduğunu fark etmektir. İnsan kabullenir.
Sorun çıkmasının nedeni senin onları reddetmek istemen. Sana çok egoist idealler öğretildi: "Cesur ol." Ne saçmalık! Aptalca! Zeki bir insan korkularından nasıl uzak durur? Eğer aptalsan, herhangi bir korkun olmaz. O zaman otobüs şoförü kornaya
basar durur ve sen yolun ortasında durmaya devam edersin, korkmadan. Ya da bir boğa üzerine doğru gelirken, sen öylesine durursun; korkmadan. Ama aptalsın. Zeki bir insan kenara atlamak zorundadır.

Eğer müptelası olur ve her çalının altında yılan aramaya başlarsan, o zaman bir sorun var demektir. Eğer yolda hiç trafik yokken bile korkuyor ve kenara atlıyorsan, o zaman bir sorun var demektir; aksi halde korku doğaldır.

Sana korkularından kurtulacaksın dediğim zaman hayatta hiçbir korku olmayacak demiyorum. Sadece korkularının yüzde doksanının hayal gücünün bir ürünü olduğunu göreceksin. Yüzde onu gerçektir ve insan onları kabullenmek zorundadır.
Ben insanları cesur yapmam. Onları daha duyarlı, hassas ve farkında yaparım ve onların farkındalığı yeterlidir. Korkularını birer basamak olarak kullanabileceklerinin farkına varırlar. O yüzden endişe etme, tamam mı?

Korkunun içeriği nedir? Her zaman bir köşenin arkasında ama onunla yüzleşmek için döndüğüm zaman, sadece bir gölgeden ibaret. Eğer bir özü yoksa, üzerimde nasıl bu kadar güçlü bir etki yaratabiliyor?

Korku, gölgen kadar maddi olmayan bir şeydir, ama vardır. Gölge de vardır; maddi değildir, negatiftir ama yok değildir. Ve bazen gölge seni derinden etkileyebilir.

Ormanda karanlık çökerken, kendi gölgenden korkabilirsin. Issız bir yerde, yalnız başına yürürken, gölgen yüzünden koşmaya başlayabilirsin. Koşman gerçektir, kaçma çaban gerçektir ama nedenin özünde bir şey yoktur.

Bir halatı yılan zannedip kaçabilirsin; ama eğer dönüp yakından bakıp gözlemlersen, bu aptallığına gülersin.

Ama insanlar korkunun varolduğu yerlere girmekten korkar. İnsanlar en fazla korkudan korkar çünkü korkunun varlığı bile seni temelden sarsar. Ama temelin sarsılması gerçektir. Korku, bir rüya, bir kabus gibidir. Kabustan sonra uyandığında,
kabusun etkileri hâlâ devam eder. Nefes alıp vermen değişmiştir, terlersin, vücudun titremeye devam eder, sana sıcak basmıştır. Onun sadece bir kabus olduğunu bilirsin, gerçek olmayan bir şey olduğunu bilirsin ama bunun varlığının özüne
ulaşması bile zaman alır. Bu arada özü olmayan rüyanın etkileri devam eder. Korku bir kabustur.

Bana soruyorsun: "Korkunun içeriği nedir?" diyorsun. Korkunun malzemesi insanın kendi varlığına yabancı olmasıdır. Sadece tek bir korku vardır; birçok yoldan kendini açığa vurur, bin bir ayrı suratı vardır ama temelinde korku tektir: "Özümde, ben
olmayabilirim." Ve aslında bir anlamda olmadığın doğru.

Tanrı var, sen yoksun. Ev sahibi yok, konuk var. Bu şüphe yüzünden - ve bu çok geçerli bir şüphe - içine bakmıyorsun. Varmış gibi rol yapıyorsun; eğer içine bakarsan olmadığını bileceksin. Bu çok derin ve kolay anlaşılır bir anlayıştır. Entelektüel değil
varoluşçudur. İçinde, derinliklerinde "Olmayabilirim. O yüzden bakmamakta fayda var. Dışarı bakmaya devam edeceğim." duygusudur. En azından seni kandırıyor, "ben varım" yanılsamasını devam ettiriyor. Ama bu "varlık" duygusu sahte olduğu için
korku yaratır; onu her şey yok edebilir, herhangi bir derin karşılaşma onu paramparça edebilir. Sevgi onu parçalayabilir, bir ustayla tanışmak parçalayabilir, ağır bir hastalık parçalayabilir, birinin ölümüne şahit olmak parçalayabilir. Birçok şekilde
parçalanabilir; çok kırılgandır. İçe bakmayarak bir şekilde durumu idare ediyorsun.

Nasrettin Hoca bir tren yolculuğu yapıyormuş. Kondüktör bilet kontrolü için gelmiş. Hoca bütün ceplerine, bütün çantalarına bakmış ama biletini bulamamış. Terlemeye başlamış ve giderek daha fazla endişelenmiş. Kondüktör dayanamayıp araya girmiş:

"Bayım, ama ceplerinizden birine bakmadınız. Neden oraya bakmıyorsunuz?"

Nasrettin Hoca hemen yanıtlamış: "Lütfen o cepten söz etme. Oraya bakmayacağım.

O benim tek umudum! Eğer o cebe bakarsam ve orada yoksa, o zaman yok; o zaman kesinlikle yok. O cebe bakamam. Kusura bakma ama başka her yere bakacağım; o cep benim güvencem, sonuna kadar orada olduğunu ümit edebilirim.
Oraya bilerek bakmadım ve bakmayacağım. Bileti bulsam da bulmasam da, o cebe kesinlikle bakmayacağım."

Egoyla ilgili durum da böyle. İçine bakmıyorsun, orası senin tek umudun. "Kim bilir?

Belki orada."
Ama eğer bakarsan, olmadığını anlayacaksın.

İçine bakmayarak, sürekli dışarı bakarak yarattığın bu sahte ego, korkunun kökeni.

Bakman gereken bütün o alanlardan korkarsın. Güzellikten korkarsın çünkü güzellik seni içine çekecektir. Güzel bir gün batımına, bulutlardaki o muhteşem renklere bakmaya korkarsın çünkü böyle bir güzellik seni içine gönderir. Böyle bir güzellik
düşünmeyi durdurur: Zihin o hayranlık anı içinde nasıl düşüneceğini, neler öreceğini, nasıl dönüp duracağını unutur. Zihinsel iç konuşma durur ve birden içeri girmiş olursun.

İnsanlar harika müzikten korkar, insanlar harika şiirlerden korkar, insanlar derin ilişkiler kurmaktan korkar. İnsanların aşk ilişkileri vur-kaç ilişkilerdir. Birbirlerinin derinliklerindeki varlıklarına inmiyorlar çünkü diğerinin varlığına inmek korkutucudur,
çünkü diğerinin varlık havuzu seni yansıtır. Diğerinin varlığı olan o havuzun, o aynanın yansımasında kendini bulamazsan, eğer ayna boş kalırsa, eğer hiçbir şey yansıtmazsa ne olacak?

İnsanlar sevgiden korkuyor. Sadece rol yapıyor, sevgi adına oyun oynamaya devam ediyorlar. Meditasyondan korkuyorlar; meditasyon adı altında yaptıkları, yeni düşünce tarzlarından ibaret. Maharişi Maheş Yogi'nin Transandantal Meditasyonu budur. Ne meditasyondur, ne de transandantal, yani deneyimüstüdür. Sadece bir mantra söylemekten ibaret. Mantra söylemek ise sadece bir düşünce sürecidir; yoğunlaşmış bir düşünce. Bu yine yeni bir araçtır, meditasyon yapmama aracı. İnsanlar Hıristiyan dualarını tekrarlıyor, Müslüman dualarını tekrarlıyor, Hindu dualarını tekrarlıyor; hepsi meditasyondan kaçınma yollarıdır. Unutma, bunlar meditasyon değil. Zihin o kadar kurnazdır ki, meditasyon adına birçok sahte olgu yaratmıştır.
Meditasyon senin hiçbir şey yapmamandır, zihnin tamamen işlevini durdurmasıdır.

Zihnin bu işlememe durumu meditasyondur. Ne şarkı, ne mantra, ne görüntü, ne konsantrasyon. İnsan sadece varolur. Bu varolma durumunda ego kaybolur. Egoyla birlikte egonun gölgesi de kaybolur. Bu gölge korkudur.

Korku, en büyük sorunlardan biridir. Her insan bunu yaşamak ve belirli bir anlayışa ulaşmak zorunda. Ego sana bir gün ölmen gerekebileceği korkusu verir. Ölümün sadece başkalarının başına geleceğini düşünerek kendini kandırırsın ve bir anlamda
haklı olursun: bir komşu ölür, bir tanıdık ölür, bir arkadaş ölür, eşin ölür, annen ölür; hep başkasının başına gelir, sana değil. Sen bu gerçeğin arkasında gizlenirsin: Belki bir istisna olduğunu, ölmeyeceğini düşünürsün. Ego seni korumaya çalışmaktadır.
Ama ne zaman biri ölse içinde bir şey titremeye başlar. Her ölüm, senin için küçük bir ölümdür. Zil çaldığı zaman, kim için geldiğini sormak için bir başkasını yollama, senin için çalıyor. Her ölüm senin ölümündür. Ağaçtan kurumuş bir yaprağın düşmesi bile senin ölümündür. O yüzden kendimizi korumaya devam ederiz.

Biri ölünce, ruhun ölümsüzlüğünden söz ederiz, ağaçtan bir yaprak düştüğü zaman: "Endişe edecek bir şey yok. Yakında ilkbahar gelecek ve ağaç tekrar yapraklanacak. Bu sadece bir değişiklik, üstündeki kıyafeti değiştiriyor." deriz.

İnsanlar ruhun ölümsüzlüğüne bildikleri için değil korktukları için inanır. Bir insan ne kadar korkaksa, ruhun ölümsüzlüğüne inanma olasılığı o kadar yükselir; dindar olduğu için değil, korkak olduğu için. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmanın dinle bir ilgisi
yoktur. Dindar bir insan "ben" olmadığını ve ölümsüz olanın bunun dışındaki olduğunu bilir. Ama bu ölümsüzlüğün "benimle" bir ilgisi yok. Bu "ben" ölümsüz değil, bu "benlik" ölümsüz değil. Bu "benlik" geçicidir; bizim tarafımızdan üretilmiştir.

Korku sadece "benliğin" gölgesidir. Ve benliğin derinlikleri sürekli "ölümde yok olacağım" duygusu içinde olduğu için... Temel korku ölüm korkusudur; diğer bütün korkular sadece temel korkuyu yansıtır. Ve işin güzelliği ölümün de ego kadar özde
varolmayan bir şey olmasıdır. Ve bu iki özde varolmayan şeyin arasında - ego ve ölüm arasında - korku bir köprü olur.
Korku iktidarsızdır, bir gücü yoktur. "Eğer bir özü yoksa, üzerimde nasıl bu kadar güçlü bir etki yaratabiliyor?" diye soruyorsun.
Sen ona inanmak istiyorsun; gücü buradan geliyor. Sen kendi derinliklerine dalıp, iç boşluğunla yüzleşmeye hazır değilsin. Onun gücü buradan geliyor. Aksi halde iktidarsızdır, hiçbir gücü yoktur.

Korkudan doğmuş hiçbir şey yoktur. Sevgi doğum yapar, sevgi yaratıcıdır; korku iktidarsızdır.

Bay ve Bayan Smith yargıcın karşısına çıkartılmış.

"Bu heriften boşanmak istiyorum" demiş kadın.

"Ben de bu cadalozdan kurtulmak istiyorum" diye bağırmış adam.

Yargıç: "Kaç çocuğunuz var?"

Kadın: "Üç tane.”

Yargıç: "Neden bir yıl dahi evli kalıp bir çocuk daha yapmıyorsunuz? O zaman dört çocuğunuz olur, her biriniz iki tanesini alır ve tatmin olursunuz."

Adam: "Evet ama ya ikiz olursa?"

Kadın: "Hah! Sen mi ikiz doğurtacaksın? Eğer ona güvenseydim, bu üç çocuk bile olmazdı."

Korku tamamen iktidarsızdır. Hiçbir şey yaratmamıştır. Bir şey yaratamaz; negatiftir.

Ama bütün hayatını mahvedebilir, seni karanlık bir sis perdesi gibi kuşatabilir, bütün enerjini sömürebilir. Senin herhangi bir derin güzelliğe; şiir, sevgi, keyif, coşku ya da meditasyona yönelmene izin vermez. Hayır, seni sadece yüzeyde tutar çünkü o
ancak yüzeyde varolabilir. O, yüzeydeki dalgalanmadır.

İçine dön, içine bak. Eğer boşsa, ne olmuş? O zaman bu bizim doğamız, o zaman biz buyuz. İnsan neden boşluktan endişe etsin ki? Boşluk gökyüzü kadar güzeldir. İç varlığın içsel bir gökyüzünden başka bir şey değil. Gökyüzü boştur ama bu boşluk her şeyi içinde barındırıyor, tüm varoluşu, güneşi, ayı, yıldızları, dünyayı, gezegenleri, her şeyi. Boşluk, her şeyin varolabilmesi için gerekli alandır, varolan her şeyin arkasındaki dekordur. Her şey gelip geçer ama boşluk baki kalır.

Bu da aynı şekildedir. Senin bir iç gökyüzün var; o da boşluk. Bulutlar gelip geçer, gezegenler doğar ve yok olur, yıldızlar yükselir ve ölür ama iç gökyüzü aynı kalır; bakir, dokunulmamış, sönükleşmemiş, zedelenmemiş. Biz bu iç gökyüzüne sakşin,
yani tanık deriz. Ve meditasyonun bütün amacı budur.

İçine gir, iç gökyüzünün keyfini çıkar. Unutma, orada ne görürsen sen o değilsin. Düşünceler görürsen, o zaman düşünce değilsin; duygularını görürsen, o zaman sen duyguların değilsin; hayallerini, arzularını, anılarını, rüyalarını, projeksiyonlarını
görürsen, o zaman onlar değilsin. Görebildiğin her şeyi elemeye devam et. Sonra bir gün muhteşem an gelir, bir insanın hayatındaki en önemli an, elenecek bir şey kalmadığı an. Görülen her şey kaybolmuştur ve sadece bakan oradadır. O bakan da boş gökyüzüdür.

Bilmek, korkusuz olmaktır. Bilmek sevgi dolu olmaktır. Bilmek Tanrı olmaktır, ölümsüz olmaktır.

Neden kendimi ortaya koymaktan hâlâ bu kadar korkuyorum? Kim korkmuyor ki? İnsanın kendini ortaya koyması büyük bir korku yaratır. Bu çok doğal, çünkü kendini ortaya koymak demek, zihninde taşıdığın çöpleri açığa çıkarmak demektir; yüzyıllardır, birçok hayat boyunca biriktirmiş olduğun bütün çöpleri. İnsanın kendini ortaya koyması demek bütün zayıflıklarını, sınırlarını, hatalarını ortaya koyması demektir.

Bütün bu zihinsel çöpün ve gürültünün arkasında bir tam boşluk boyutu vardır. İnsan Tanrısız boştur, insan Tanrısız sadece bir boşluktur, bir hiçtir. İnsan bu çıplaklığı, bu boşluğu, bu çirkinliği gizlemek ister. Onu güzel çiçeklerle kaplar, kapakları süsler.
İnsan en azından bir şeymiş, biriymiş gibi rol yapar. Ve bu durum sana özel bir şey değildir; bu, evrenseldir, herkesin yaşadığı bir şeydir.

Kimse kendini bir kitap gibi açamaz. Korku hakim olur: "İnsanlar hakkımda ne düşünür?" Çocukluğundan itibaren sana maske takman öğretilmiştir; güzel maskeler.

Güzel bir yüze sahip olmaya gerek yoktur, güzel bir maske yeterlidir; ayrıca maskeler çok ucuz. Yüzünü dönüştürmek çok meşakkatlidir. Yüzünü boyamak basittir. Şimdi, birden gerçek yüzünü açığa çıkarmak seni varlığının özüne kadar titretiyor.
İçinde bir korku yükseliyor: İnsanlar beğenecek mi? İnsanlar kabullenecek mi?

İnsanlar seni hâlâ sevecek, sayacak mı? Kim bilir?... Maskeni sevmişlerdir, karakterine saygı duymuşlardır, kıyafetlerini övmüşlerdir. Şimdi bir korku yükseliyor:

"Eğer birden çıplak kalırsam beni hâlâ sevecekler mi, saygı duyup, takdir edecekler mi; yoksa hepsi benden kaçacak mı? Belki sırtlarını çevirirler, yalnız kalabilirim."

O yüzden, insanlar rol yapmaya devam ediyor. Bu korkudan gösteriş çıkıyor, bütün sahtelikler çıkıyor. İnsanın kendisi olabilmesi için korkusuz olması gerekiyor.

Hayatın en temel yasalarından biri şudur: Bir şeyi gizlersen büyümeye devam eder; bir şeyi ortaya koyarsan, eğer yanlışsa kaybolur, güneş altında buharlaşır ve eğer doğruysa beslenip gelişir. Gizlediğin zaman tam tersi olur. Doğru olan beslenemediği
için ölmeye başlar; onun rüzgara, yağmura, güneşe ihtiyacı vardır. Sunulan doğanın tamamına ihtiyacı vardır. Ancak gerçekle büyüyebilir, gerçekle beslenir. Onu beslemeyi kesersen giderek zayıflamaya başlar. Ve insanlar kendi gerçekliklerini aç
bırakırken sürekli sahteliklerini besliyor.

Senin sahte yüzlerin yalanlarla beslenir, o yüzden sürekli daha fazla yalan icat etmeye mecbur kalırsın. Bir yalanı desteklemek için yüz tane daha büyük yalan uydurman gerekir çünkü bir yalan ancak daha büyük yalanlarla desteklenebilir. O
yüzden bir maske arkasına saklandığın zaman gerçek ölmeye başlar ve gerçek olmayan beslenip giderek şişmanlar. Eğer kendini açığa çıkartırsan, gerçek olmayan ölür; ölmesi kaçınılmaz çünkü gerçek olmayan yaşayamaz. Ancak gizlilikte, ancak
karanlıkta varolabilir. Ancak bilinçaltının tünellerinde kalabilir. Eğer bilinç seviyesine çıkartırsan buharlaşmaya başlar.

Psikanalizin başarısındaki bütün sır budur. Çok basit bir sır ama psikanalizin bütün sırrı budur. Bir psikanalist, bilinçaltında bulunanların, varlığının karanlık alanlarında bulunan şeylerin, bilinç seviyesine çıkmasına yardımcı olur. Onu yüzeye çıkartınca
sen görebilirsin, başkaları görebilir ve bir mucize olur: Onu görmen bile ölüm sürecinin başlangıcı olur. Ve eğer onu bir başkasına ifade edebilirsen - psikanalizde yaptığın budur; kendini açıklıkla psikanalistine gösterirsin - tek bir kişiye açılmak bile senin içinde büyük değişimler yaratmak için yeter. Ama bir psikanaliste açılmak bile kısıtlı bir olaydır: Sadece tek bir kişiye açılmış durumdasın, hem de çok özel bir görüşmede, söylediklerini başkasına açıklamama şartıyla. Doktorun, psikanalistin, terapistin mesleğinin bir parçası bu. Ettiği yemine göre kimseye bir şey söyleyemez ve sır olarak saklar. Yani bu çok kısıtlı bir açılmadır ama yine de yardımcı olur.

Mesleki bir açılmadır ama yine de yardımcı olur. O yüzden de yıllar sürer; birkaç gün içinde yapılacak bir şey psikanalizde yıllar sürer; dört yıl, beş yıl. O zaman bile psikanaliz tamamlanmış olmaz. Dünyada psikanalizinin tamamlanmış olduğu bir
hasta yoktur. Süreç asla tamamlanmaz, asla bitmez. Psikanalistlerin psikanalizleri bile tam olarak bitmemiştir; çünkü açılma şartlara bağlı ve son derece sınırlıdır.

Psikanalist seni sanki dinlemiyormuş gibi dinler çünkü kimseye söylemeyecektir. Bu bile çok yardımcı olur, üzerinden büyük bir yük alır. Eğer kendini dini açıdan açabilirsen - özel bir görüşmede bir profesyonele değil, tüm ilişkilerinde açılabilsen - sannyasin'lik işte budur. Kişisel psikanalizdir. Her gün, günde yirmi dört saat analizdir. Her durumda herkese yapılan psikanalizdir: eşinle, dostunla, akrabanla, düşmanınla, yabancıyla, patronla, hizmetçiyle. Yirmi dört saat açılırsın.

Eğer açılmaya devam edersen... En başta çok korkutucu olacaktır ama bir süre sonra güçlenmeye başlayacaksın çünkü bir kere gerçek açığa çıktıktan sonra güçlenir ve gerçek olmayanlar ölür.

Gerçek güçlendikçe, temelin kök salmaya başlar, özüne dönebilirsin. Bir birey olmaya başlarsın; kişilik kaybolur ve bireylik ortaya çıkar.

Kişilik yapmacıktır, bireylik ise öze dayanır. Kişilik sadece bir aldatmacadır, bireylik ise senin gerçeğindir. Kişilik dışarıdan empoze edilir; o bürünülmüş bir kişiliktir, bir maskedir. Bireylik ise senin gerçeğindir... Tanrı'nın seni yarattığı şekildir. Kişilik bir
toplumsal komplikasyondur, toplumsal bir ciladır. Bireylik ise hamdır, çılgındır, kuvvetlidir ve inanılmaz bir gücü vardır.
En başlangıçta korku olacaktır. O yüzden bir ustaya ihtiyaç duyulur, en başta elini tutabilsin diye, en başta sana destek verebilsin diye, en başta seninle birkaç adım atsın diye. Usta bir psikanalist değildir; bir psikanalisttir ve daha da fazlasıdır.
Psikanalist bir profesyoneldir, usta bir profesyonel değildir. İnsanlara yardım etmek onun mesleği değil yeteneğidir. Bu onun sevgisidir, gönlüdür. Bunu gönülden yaptığı için sana ancak ihtiyacın olduğu yere kadar eşlik eder. Artık tek başına gidebileceğini hissettiği zaman onun ellerinden kayıp gittiğini fark edersin. Sen ona yapışmak istiyor
olsan da, o buna izin veremez.

Hazır olduğun zaman; cesur, gözüpek olduğun zaman; gerçeğin özgürlüğünü tattığın, kendi gerçeğini açma özgürlüğüne ulaştığın zaman artık kendi başına yol alabilirsin.

Kendi yolunu aydınlatabilirsin.

Ama korku çok doğal çünkü çocukluktan itibaren sana sahtecilik öğretilmiştir ve sahte olanla, yapmacık olanla o kadar özdeşleşmişsin ki, onu bırakmak intihar etmek gibi bir şey olur. Korku hissedersin çünkü büyük bir kimlik bunalımı yaşamaya başlarsın.

Elli yıldır, altmış yıldır belirli bir tür insan olmuşsun. Soruyu soran kişi altmışına yaklaşıyor olmalı... altmış yıldır belirli bir tür insan olmuşsun. Şimdi hayatının son döneminde, o kimliği çöpe atıp kendini sıfırdan tanımaya başlamak korkutucudur.

Ölüm her geçen gün biraz daha yaklaşıyor; yeni bir derse başlamanın zamanı mı?

Tamamlamayı başaracağın ne malum? Kim bilir? Belki eski kimliğini kaybedersin ve yeni kimliğine ulaşmak için gerekli zamanın, gerekli enerjin, gerekli cesaretin yoktur.

Peki bir kimliğin olmadan mı öleceksin? Hayatının son dönemini kimliksiz mi geçireceksin? Bir kimliğe sahip olmadan yaşamak delilik olur; kalp çekinir, kalp geri adım atar. "Birkaç gün daha böyle gitmek iyidir. Eskiyle, tanıdık olanla, güvenli ve
uygun olanla yaşamak daha iyidir" diyebilirsin. Bu konuda çok deneyimlisin. Çok büyük bir yatırım yaptın, o kişiliğe altmış yılını verdin. Bir şekilde bugüne kadar geldin, bir şekilde kim olduğuna dair bir fikir geliştirdin ve şimdi ben sana "O fikri çöpe
at çünkü o sen değilsin." diyorum!

Kendini öğrenmek için bir fikre gerek yok. Hatta bütün fikirlerin bırakılması gerekir; ancak o zaman kim olduğunu bilebilirsin.
Korku doğaldır. Onu kınama ve yanlış bir şey olduğunu düşünme. O sadece toplumsal eğitimimizin bir parçasıdır. Onu kabullenip ötesine geçmeliyiz, onu kınamadan ötesine geçmeliyiz.

Yavaş yavaş açıl... Üstesinden gelemeyeceğin adımlar atmana gerek yok; adım adım git, zaman tanı. Ama bir süre sonra gerçeğin tadını almayı öğreneceksin ve daha önceki altmış yılı boş yaşamış olduğunu hissedip şaşıracaksın. Eski kimliğin
kaybolacak ve yepyeni bir kavrayışa sahip olacaksın. Yeni bir kişilik olmayacak ama yeni bir görüş, yeni bir bakış, yeni bir perspektif olacak. Artık "ben" dediğin zaman, bu sözcük bir şeyi simgelemeyecek; kullanışlı olduğu için kullanacaksın ama her zaman o sözcüğün bir anlam, bir öz, bir varoluş değeri taşımadığını biliyor olacaksın; bu "ben" sözcüğün arkasında bir okyanus gizli olduğunu bileceksin. Sonsuz, engin, ilahi bir okyanus.

Bir daha başka bir kimliğin olmayacak; eski kimliğin gitmiş olacak ve ilk kez olarak kendini Tanrı okyanusunda bir dalga gibi hissedeceksin. Bu bir kimlik değil çünkü sen içinde değilsin. Sen yok oldun, Tanrı'nın içinde eridin.

Eğer sahte olanı riske edebilirsen, gerçek senin olabilir. Ve buna değer çünkü sadece sahte bir şeyi riske edip gerçeğe sahip olacaksın. Hiçbir şey riske etmeden her şeye sahip olacaksın.

Kendimden sıkıldığımı ve hiçbir heyecan hissetmediğimi keşfettim. Kendimizi olduğumuz gibi kabullenmemizi söylediniz. İçimde bir heyecan olmadığını bilerek hayatı kabullenemiyorum. Ne yapacağım?

Duyduğuma göre insanı gevşetmeyen yeni bir tür sakinleştirici varmış; insanı dürtüyor, geriyormuş.

Onu dene! Dene, dene ve bir kere daha dene; Amerikalı ol!... Ama üç kereden fazla deneme. Dene, tekrar dene, bir kere daha dene ve sonra dur. Çünkü aptallığı sürdürmenin bir anlamı yok.

"Kendimden sıkıldığımı keşfettim..." diyorsun.

Bu harika bir keşif. Evet, çok ciddiyim! Çok az insan sıkıldıklarının farkındadır; ve aslında onlar sıkılıyor, hem de çok. Bunu kendileri dışında herkes biliyor. İnsanın sıkıldığını bilmesi çok güzel bir başlangıç; ancak bazı şeylerin anlaşılması gerekiyor.
İnsan, sıkıntı hisseden tek hayvandır; bu çok büyük bir ayrıcalıktır, insanlık gururunun bir parçasıdır. Sen hiç canı sıkılmış bir buffalo gördün mü? Ya da bir eşek? Onlar sıkılmıyor. Sıkılmak, sadece yaşam tarzının yanlış olduğu anlamına gelir; o yüzden
çok büyük bir fırsattır: "Sıkılıyorum ve bu konuda bir şeyler yapmak gerekiyor, bir dönüşüm gerekli" anlayışı oluşabilir. O yüzden sıkıntı hissetmenin kötü bir şey olduğunu düşünme; bu iyi bir işaret, iyi bir başlangıç, hayırlı bir başlangıç. Ama orada
durma.

İnsan neden sıkılır? İnsan sıkılır çünkü başkaları tarafından empoze edilmiş ölü kalıplara göre yaşamaktadır. Bu kalıpları terk et, o kalıplardan çık! Kendi hayatını yaşamaya başla.

Sadece gerçek insan sıkılmaz; sahte insanın ise sıkılması kaçınılmazdır. Hıristiyan sıkılır, Jaina sıkılır, Parsi sıkılır, komünist sıkılır çünkü hepsi hayatlarını ikiye bölüyor. Gerçek hayatlarını bastırıyor ve sahte bir hayatın içinde rol yapmaya başlıyorlar.
Sahte hayat ise sıkıntı yaratıyor. Eğer gerçek hayatının gereklerini yerine getiriyorsan asla sıkılmazsın.

Üniversiteye gitmek için evden ayrıldığım zaman, ailem, babam, yakınlarım benim bilim adamı olmamı istiyordu; bilim adamlığı çok iyi bir gelecek vaat ediyordu. En azından bir doktor ya da mühendis olmamı istiyorlardı. Hemen karşı çıktım. "Ben ne
istiyorsam onu yapacağım çünkü sıkıcı bir hayatım olsun istemiyorum. Bilim adamı olarak başarılı olabilirim - saygınlığa, paraya, güce, itibara sahip olabilirim - ama içimdeki sıkıntıyı yok edemem çünkü bu benim yapmak istediğim bir şey değil."
Çok şaşırdılar çünkü felsefe okumakta bir gelecek göremiyorlardı; felsefe, üniversitelerin en az para kazandıran bölümüydü. Geleceğimi harcayacağımı düşünüyorlardı ama istemeden de olsa kabullendiler. Ama sonunda yanıldıklarını
anladılar.

Olay para, güç ve itibar sorunu değil; önemli olan asıl senin ne yapmak istediğin. Sonucu ne olursa olsun bunu yap ve sıkıntın kendiliğinden kaybolacaktır. Başkalarının fikrini uyguluyor olmalısın, işleri başkalarının doğru gördüğü şekilde yapıyor olmalısın, onların yapacağı şekilde yapıyor olmalısın. Sıkıntının temel taşları bunlardır.

Tüm insanlar sıkılıyor çünkü tasavvufçu olacak biri matematikçi olmuş, matematikçi olacak biri politikacı, şair olacak biri ise işadamı olmuş. Herkes başka yerde; kimse olması gerektiği yerde değil. İnsan riske girmeli. Eğer riske girmeye hazırsan sıkıntı anında yok olabilir.

Bana "kendimden sıkıldığımı keşfettim" diyorsun. Kendinden sıkılıyorsun çünkü kendine karşı içten olmamışsın, kendine karşı dürüst olmamışsın, kendi varlığına saygı duymamışsın.

"Heyecan hissetmiyorum" diyorsun. Nasıl heyecan duyacaksın? Heyecan sadece yapmak istediğin bir şeyi yaparken hissedilir. Konu ne olursa olsun.

Vincent Van Gogh, resim yaparken çok mutluydu. Tek bir resmi bile satılmadı, kimse onu takdir etmedi ve açtı, açlıktan ölüyordu. Kardeşi ona yemek yiyebilmesi için her hafta az bir para veriyordu. Haftada dört gün oruç tutar ve üç gün yemek yerdi. Dört gün oruç tutmak zorundaydı çünkü başka türlü tuval, boya ve fırça için nasıl para bulacaktı? Ama o çok mutluydu; büyük bir heyecan yaşıyordu.

Sadece otuz üç yaşındayken öldü; intihar etti. Ama onun intiharı bile senin sahte hayatından çok daha iyidir çünkü resmini yapmak istediği şeyin resmini tamamladıktan sonra intihar etti. En büyük arzusu bir günbatımı resmi yapmaktı ve
resmini bitirdiği gün bir mektup yazdı: "işim tamamlandı, tatmin oldum. Bu dünyadan tatmin olmuş bir şekilde ayrılıyorum" dedi. İntihar etti ama ben buna intihar demeyeceğim. O tam yaşadı, hayat mumunu her iki ucundan çok büyük bir
yoğunlukla yaktı.

Yüz yaşına kadar yaşayabilirsin ama hayatın sadece kuru bir kemik gibi olabilir:

Sadece bir ağırlık, ölü bir ağırlık. "Kendimizi olduğumuz gibi kabullenmemizi söylediniz. İçimde bir heyecan olmadığını bilerek hayatı kabullenemiyorum!" diyorsun.

Kendini kabullen dediğim zaman, yaşam kalıbını kabullen demiyorum; beni yanlış anlamaya çalışma. Kendini kabullen dediğim zaman, başka her şeyi reddet diyorum; sadece kendini kabullen. Ama sen beni kendine göre yorumlamış olmalısın. Bu işler
böyledir...

Bir Marslı uçan dairesiyle Manhattan'a inmiş ve dışarı çıkar çıkmaz bir dilenci ona yaklaşmış ve "Bayım, bir onluk verir misin?" demiş.

Marslı sormuş: "Onluk nedir ki?"

Dilenci biraz düşünmüş ve yanıtlamış: "Haklısın, bir yirmi beşlik verir misin?"

Benim söylediğim senin anladığın şey değil. Sana empoze edilmiş olan her şeyi reddet; sana, kabullenme diyorum. Bilinemeyenden getirmiş olduğun özünü kabullendiğin zaman bir şeylerin eksik olduğunu hissetmezsin. Kendini şartsız
kabullendiğin zaman, birden bir mutluluk patlaması yaşanır. Heyecanın akmaya başlar ve hayat coşku dolu olur.

Bir adamın dostları onun öldüğünü sanmış ama adam sadece komadaymış.

Gömülmeden kısa bir süre önce hayat belirtileri göstermiş ve ona ölmenin nasıl bir his olduğunu sormuşlar.

"Ölmek mi?" diye bağırmış. "Ben ölmedim ki. Neler olduğunun farkındaydım ve ölmediğimi biliyordum. Çünkü ayaklarım üşüyordu ve karnım açtı."

Meraklananlardan biri sordu: "Peki bunlar senin hayatta olduğunu anlamana nasıl yardımcı oldu?"

"Eğer cennette olsaydım karnım aç olmazdı, diğer yerde olsaydım ayaklarım üşümezdi."


Ölü olmadığından emin olabilirsin: Karnın acıkıyor ve ayakların üşüyor. Sadece kalk ve biraz koş!

Eğitimsiz ve görgü kurallarından haberdar olmayan yoksul bir adam, bir milyonerin kızına aşık olmuş. Kız onu ailesiyle tanıştırmak için malikaneye davet etmiş.

Malikaneden, hizmetçilerden ve diğer bütün zenginlik işaretlerinden adamın gözü korkmuş ama yine de bir şekilde rahat görünmeyi başarmış... akşam yemeği saatine kadar. Dev yemek masasında otururken şarabın etkisiyle gevşediği için, gürültülü bir şekilde osurmuş.

Kızın babası başını kaldırmış ve adamın ayakları dibinde yatan köpeğine bakmış.

Kızgın bir ifadeyle "Rover!" diye seslenmiş.

Yoksul adam köpeğin sorumlu tutulduğunu görünce rahatlamış ve o yüzden birkaç dakika sonra tekrar osurmuş.

Ev sahibi tekrar köpeğe bakmış ve daha sert bir şekilde "Rover!" demiş.

Birkaç dakika sonra adam üçüncü kere osurmuş. Zengin adamın suratı öfkeyle kırışmış ve bağırmış: "Rover, adam üzerine sıçmadan defol git buradan!"

Hâlâ vakit var; bugüne kadar yaşamış olduğun zindandan çık artık! Sadece biraz cesaret yeter, biraz kumarbaz cesareti yeterli. Ve unutma, kaybedecek hiçbir şey yok.

Kaybedeceğin tek şey zincirlerin: sıkıntını kaybedebilirsin, sürekli içinde varolan bu bir şeylerin eksik olduğu duygusunu kaybedebilirsin. Kaybedecek başka ne var?

Başkalarının bıraktığı tekerlek izlerini takip etmeyi bırak ve kendi varlığını kabullen. Musa'ya, İsa'ya, Buda'ya, Mahavira'ya ya da Krishna'ya karşı, kendini kabullen.

Senin sorumluluğun Buda'ya, Zaratustra'ya, Kabir'e ya da Nanak'a karşı değil; sen sadece kendinden sorumlusun.

Sorumlu ol... "sorumlu" sözcüğünü kullandığım zaman lütfen onu yanlış yorumlama.

Ben görevlerden, sorumluluklardan söz etmiyorum, bu kelimeyi gerçek anlamıyla kullanıyorum: gerçeğe tepki ver, sorumlu ol.
Çok sorumsuz bir hayat sürmüş, başkalarının senden beklediği her türlü sorumluluğu yerine getirmiş olmalısın. Kaybedecek ne var? Sıkılıyorsun; bu çok iyi bir durum.

Heyecanın eksik, zindandan çıkmak için başka neyin olmasını bekliyorsun?

Zindandan dışarı atla ve bir daha geriye bakma!

Başkaları "Atlamadan önce iki kere düşün!" der. Ben şöyle diyorum: "Önce atla, sonra istediğin kadar düşünürsün!"

Kendimi sanki aya inmiş gibi hissediyorum... korkunun ne olduğunu bilsem korkmayacağımı düşünüyorum. Her şeyin olabileceği duygusuna sahibim... her şeyin!

Bazen büyük bir korku vardır ve nedeni belirsizdir. Hiçbir nedeni, hiçbir açıklaması yoktur. Belki de korkuyu yaratan budur. Bir neden olduğu zaman bu nedeni çözebiliyorsun ve nedeni bildiğin zaman açıklama yapması kolay oluyor. Analiz
yapabiliyor ve yapışacak bir şey buluyorsun. Ancak korkunun bir niteliği vardır - arada bir ortaya çıkar - ve nedensiz bir korku yaşanır.

Bu, varoluşçuların angst dediği kaygı, varoluşçu korkudur... Ondan ya da bundan değil ama varoluşun kendisinden korkmaktır. Varlık sürekli yoklukla çevrilidir; varlık, yokluk içinde varolur. Varlık sanki yokluk okyanusu içinde bir adadır. Varlık çok
küçüktür ve yokluk engindir.

Olay sadece yokluğun bu enginliğidir. Ve bu devasa yokluğun ortasında minik bir varlık. Korkunun başka hiçbir nedeni yoktur: Bu duygu insanın ayağının altındaki toprağı almaya yeter. İnsan bir uçuruma düşmeye başlar ve belirli bir neden tespit
edemediği ve "bundan ya da şundan korkuyorum" diyemediği için kaygı artar. Çünkü onu açıklayacak bir şey yoktur.

İnsanlar psikanalistlere aslında tedavi olmak için değil, mutsuzluklarının nedenini öğrenmek için gidiyor. Ve psikanaliz çok yardımcı oluyor; ilaç olduğu için değil, açıklama getirdiği için. İnsan açıklamayı bildiğini düşündüğü zaman rahatlıyor. Artık
her şey netleşmiştir. Artık kelimelere dökebilir, üzerinde düşünebilir, mantık yürütebilir.

Yani bu durum arada bir herkesin yaşadığı bir durumdur. Ve insanın bunları yaşaması iyidir; kaçınmanın bir anlamı yok. Eğer kaçınırsan bir fırsatı kaçırmış olursun. Eğer bunu yaşamayı kabul edersen, en başta bir bunalıma benzer ve çok tehlikelidir; sanki bütün bir geçmiş yok oluyormuş, insan ölüyormuş gibi. Ama bir süre sonra insan, bu güvensizliğin içinde kendini güvende hissetmeye başlar. İnsan yokluğun içinde gevşer ve bütün korku kaybolur. Yani en başta bir bunalıma
benzeyen şey sonunda bir duvarın daha yıkılması anlamına gelir.

Bunu yaşa ve neden aramaya çalışma. Çünkü zihin çabalayacaktır. Zihin sürekli "işte bu yüzden ya da şu yüzden korkuyorum" diyecektir. Aslında bir nedeni yoktur. Her gece kırk, elli ya da altmış dakika bunun içine gir. Odada sessizce otur ve engin yokluğun minik varlığını boğmasına izin ver. Bırak varlık adan yokluk okyanusu içinde yok olsun. Bir hiç ol. Korkuyu kabullen ve üzerine git. Çıktığın zaman çok taze, çok canlı ve korkusuz olacaksın.

Korkusuz olmak için insanın korkuyu yaşayıp aşması gerekiyor. Ve bu tür bir korkudan sonra sıradan bir korku bir şey yapmaz, değil mi? Erkek arkadaşının seni bırakabileceği korkusu var. Bu da bir korku ama bu sıradan bir korku çünkü birçok
başka erkek arkadaş bulabilirsin; ciddi bir korku sayılmaz. Yaşamak için yeterli paran olmayabileceği korkusu var ama insan her zaman bu konuda bir şeyler yapabilir. Bu korkular çok önemsizdir, aslında özleri yoktur. İnsanlar bu korkular içinde yaşıyor, o yüzden korkusuz olamıyorlar. Ancak insan bu korkuyu yaşayıp aşmalıdır.

O yüzden bir açıklama bulmaya çalışma; çünkü yok. Sadece yaşa. İzle ve mümkün olduğunca derinine gir. Korkuyla git ama git. Bütün korkuna rağmen git. Ve ondan çok güzel bir şey çıkacak, ondan bir gül gibi bir şey doğacak. Varlığın giderek daha
fazla bütünleşecek. Eğer insan yokluğun meydan okumasını kabul ederse, varlık bütünleşir. O yüzden endişe edecek bir şey yoktur. Korku orada ve senin onu yaşaman gerekiyor.

Bir yorum

Cevapla

 
3+2 İşleminin Sonucu  
Yukarı Çık